Sektörün gündem dışı konularına ve merak edilenlerine odaklandığımız Off Topic programımızın ilk konuğu, sektörde sadece başarılarıyla değil, vizyonu ve enerjisiyle de fark yaratan Reklamverenler Derneği (RVD) Yönetim Kurulu Başkanı, Reklam ve Pazarlama İletişimi Derneği (REPİD) Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Pura oldu. Onu dinlediğinizde, pazarlamanın yalnızca markalar için değil, toplum için de nasıl bir değer yarattığını daha iyi anlıyorsunuz. Uzun zamandır onunla bir araya gelip sohbet etmeyi istiyordum; hem kariyer yolculuğunu hem de sektörün bugünü ve yarınını konuşmak için. Nihayet buluştuk ve sadece pazarlamayı değil, hayatı da konuştuk. Çünkü Ahmet Pura’yı özel kılan şey, başarılarının ötesinde hayata bakış açısı… Sorularımı büyük bir samimiyetle yanıtladı, deneyimlerini ve ilham veren anekdotlarını paylaştı.
Sektörün en önemli isimlerinden biri olarak yıllardır pek çok farklı şapkayı aynı anda taşıyorsunuz. Sayısız dernek ve platformda aktif rol alıyor, ulusal ve uluslararası düzeyde büyük sorumluluklar üstleniyorsunuz. Bu yoğun tempoya nasıl yetiştiğinizi ve tüm bu görevlerin altından nasıl kalktığınızı gerçekten merak ediyorum. Sırrınız nedir?
Hayatım boyunca hep aynı anda birkaç farklı işle uğraştım. Öyle zamanlar oluyor ki, ben bile kendime “Tüm bunlara nasıl yetişiyorsun?” diye soruyorum.
Rahmetli babamın oldukça zengin bir kütüphanesi vardı. Henüz 13-14 yaşlarındayken oradaki bazı kitapları okumaya başlamıştım. Daha o yıllarda okuduğum bir cümle hafızama kazınmıştı: “Zamanı bölmelere ayır.” 1930 baskısı bir kitaptan, oldukça eski bir ustanın sözüydü bu. Bugün işlerdeki verimliliğimi de buna bağlıyorum.
Yıllar içinde fark ettiğim şey ise şu oldu; zamanı bölümlere ayırmak tek başına yeterli değil. Tüm bu sorumlulukları yerine getirebilmek için bir şeye daha ihtiyaç var: özgürlük. Eğer sürekli başkalarının programına göre hareket etmek zorundaysanız, o özgürlük alanı daralıyor, hatta tamamen kaybolabiliyor. Benim en büyük şansım ise, birlikte çalıştığım ekiplerin ve arkadaşlarımın bu dengeyi anlayıp bana esneklik tanıması. Bu sayede bazı planları erteleyebiliyor, öne çekebiliyor ya da gerektiğinde tamamen yeniden düzenleyebiliyorum.
Kısacası; bu kadar görevi bir arada yürütebilmemin iki temel dayanağı var: zamanı bölmelere ayırmak ve bunu özgür bir şekilde yapabilmek.
Kariyeriniz boyunca ‘Bu benim kırılma noktam’ dediğiniz bir an var mı? Paylaşabilir misiniz?
Yaklaşık 50-52 yıllık kariyerim boyunca, ikisi yerel, ikisi uluslararası olmak üzere dört büyük ve köklü şirkette görev yaptım. Her biri asırlık bir deneyime sahip bu şirketlerde çalışmak, bir kariyer için gerçekten büyük bir şanstı.
Yedek subaylığımı yaparken kendime şu soruyu sordum: “Nasıl bir kariyerim olmalı?” Bu sorunun yanıtını da kendi içimde netleştirdim. Askerliğim sona erdiğinde nasıl bir iş arayacağımı çok iyi biliyordum. O tarif ettiğim işe ve şirkete girme fırsatını yakaladım; bu benim için çok değerli bir başlangıçtı.
Kariyerime Unilever’de başladım. Altı yıl boyunca bu büyük yapının içinde çalıştım ve her zaman söylerim: Orası benim okulumdu. Ancak asıl kırılma noktası, bu altı yılın sonunda Komili’den gelen teklifle başladı. Çalıştığım şirketler arasında elbette her birinin yeri ayrı, ama Komili’nin bendeki yeri bambaşka. Çünkü ben Komili’de “Ahmet Pura” oldum.
Komili’de beni en çok geliştiren şey, yetki kullanmama imkân tanıyan özgür ve ferah bir çalışma ortamıydı. Hayatta yetki kullanabilmek gerçekten çok değerli. Göreviniz ne olursa olsun, kendi işinizin patronu olmalı, sorumluluğunu tam anlamıyla üstlenmelisiniz. Ben de bulunduğum alanın sınırları içinde, kendimi işimin patronu olarak gördüm ve yetki kullanmanın getirdiği sorumluluğu ve gururu sonuna kadar yaşadım.
Kendi işinin patronu olmak… Bu ifade tam olarak ne anlama geliyor?
Bana göre patron olmak, çalıştığı işe ve kuruma gerçek bir sadakatle bağlı olmak demektir. Bunun yanında, bulunduğu ortamın sınırları içinde yetki kullanabilmek de patron olmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü yetki kullanmayan bir yönetici, unvanı ne kadar büyük olursa olsun, bir noktada sınırlı kalmaya mahkûmdur. Bu yüzden, görev tanımı ne olursa olsun, yaş fark etmeksizin herkesin yetki kullanma gururunu ve sorumluluğunu yaşaması gerektiğine inanıyorum. Bu yaklaşım yalnızca kişiyi değil, çalıştığı kurumu da çok daha ileri bir noktaya taşır.
Hayatınız boyunca size pek çok söz söylenmiş olmalı. Bunlardan en çok etkilendiğiniz ya da aklınızda kalan bir söz var mı? Ayrıca, hiç aklınızdan çıkmayan bir nasihat ya da tavsiye var mı?
Kariyerimin başlarında kulağıma küpe olan sözlerden birisinin benim için özel bir hikâyesi var. Şirketlerde, her yöneticinin makamına göre belirlenmiş ödeme limitleri vardır. Yeni başladığım bir görevde, çalıştığım şirkette bu kuralla ilgili dikkat çekici bir durumla karşılaştım. Bir kırtasiyeden gelen faturayı incelediğimde, bana tanınan yetki limitinin tam altı katı kadar bir borç olduğunu fark ettim. Borcun tamamının ödenmesi gerektiğine inanıyordum, ancak tutar yetki sınırlarımı fazlasıyla aşıyordu. Çalışma arkadaşıma durumu anlattım ve borcu ödememiz gerektiğini söyledim. Ancak o, böyle bir yetkimizin olmadığını ve bu kararın bizim için riskli olacağını dile getirdi. Ben ise kararlıydım. O borç ödenmeliydi ve ödedik. Ertesi sabah, bizden yetkili bir büyüğümüz aradı ve “Bu ödemeyi nasıl yaptın?” diye sordu. Ben de açıkça yanıt verdim: “Yine olsa, yine yaparım. Çünkü biz bir dünya şirketiyiz ve bir kırtasiyeciye borçlu kalamayız.” O anda bana söylediği söz hiç aklımdan çıkmadı: “Helal olsun, yetki verilmez, alınır.” O günden sonra bu cümle, karar alırken, sorumluluk üstlenirken ve inisiyatif kullanırken hep kulağımda çınladı.
Sizin için gerçekten içte kalan, iz bırakan bir 'keşke' var mı?
Hayatımda keşkelere yer yok. Ancak mutlaka bir şey söylemem gerekirse, yaklaşık 50 yıllık çalışma hayatıma baktığımda, bu sürecin 32 yılı boyunca uzun bir tatil yapmadığımı fark ediyorum. Bunun nedeni, birinin bana “Tatile çıkamazsın” demesi değildi. Üstlendiğim görevler, yoğun sorumluluklar ve işlerin yakın takibi, tatil yapma isteğimi hep geri planda bıraktı. Ancak bugün, geriye dönüp baktığımda ve bu süreci kaleme aldıkça şunu daha net görüyorum: Aileme, dostlarıma, özellikle de eski arkadaşlarıma daha fazla vakit ayırmak ve biraz daha tatil yapmak, bana da iyi gelirdi.
Hayatınız boyunca sizi en çok heyecanlandıran, yönünüzü belirleyen en büyük hayaliniz neydi? Bu hayal zamanla gerçeğe dönüştü mü, yoksa hâlâ peşinden gitmeye devam ediyor musunuz?
Hayatım boyunca birçok hayalim oldu; bazıları bireysel, bazıları ise toplumsal ve sektörel düzeydeydi. Kendi adıma büyük hayaller kurmadım. Hedeflerim basitti: bir ev, temiz bir araba ve geçinebilecek kadar kazanç. Ama asıl hayallerimi sektörüm ve toplum adına kurdum.
2011’de, Eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı’nın da katıldığı önemli bir toplantıda, üç temel hayalimi paylaştım. İlki, Reklam Kurulu’nda reklamverenlerin temsil edilmesiydi. İkincisi, sektördeki paydaşların ortak bir zeminde buluşması gerektiğiydi. Üçüncüsü ise, tüm medya mecralarının ölçümlenmesinin sağlanmasıydı. Bu hayallerin gerçekleşmesi için yasal düzenlemeler gerekiyordu ve Sayın Bakan Hayati Yazıcı’nın desteğiyle önemli adımlar atıldı. Bir diğer hayalim de toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgiliydi. Kadına her zaman değer verdim ve yönetim kurullarında kadın temsilinin yüzde 50’nin altına düşmemesine özen gösterdim. Son katıldığım kurulda bu oran yüzde 83’e ulaştı.
Reklamların toplumu dönüştürme gücüne inanarak, reklamlarda toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen bir proje başlattık. Bu sayede, kadınların ana karakter olarak görünme oranı yüzde 35’ten yüzde 53’e, dış ses olarak yer alma oranı ise yüzde 10’dan yüzde 37’ye yükseldi.
Kendi adıma büyük hayallerim olmasa da, toplumsal ve sektörel hayallerimin gerçekleşmesi bana büyük bir tatmin sağladı. Kendi adıma en büyük dileğim ise her zaman sağlık ve huzur oldu.
50 yıllık deneyiminizle, hem kariyer yolculuğunun başındaki gençlere hem de sektöre yeni adım atan profesyonellere vereceğiniz en değerli üç tavsiye ne olurdu?
Genellikle tavsiye veren bir konumda olmak istemem. Çünkü her ortamın, her yapının, her kültürün kendine özgü dinamikleri vardır. Ancak kendi yaşadıklarımdan yola çıkarak üç temel gözlemimi paylaşmak isterim.
İlki, başarıyı kişiselleştirmemek gerektiği. Ortak bir çabanın ürünü olan başarıyı tek bir kişinin hanesine yazmak, ekipteki diğer insanların motivasyonunu kırabiliyor. İnsanlar bunu fark ettiğinde, bir sonraki çabaya katkı vermek istemeyebiliyorlar. Bu da sürdürülebilir başarıyı zorlaştırıyor. İkincisi, her şeyin para olmadığı. Eğer hayattaki her şeyi para üzerinden değerlendirmeye başlarsak, bazı önemli değerleri gözden kaçırabiliyoruz. Üçüncüsü ise kişinin işini de çalışma arkadaşını da sevmesi gerektiği. Sevmediğin işi yapmamalı, birlikte çalıştığın insanlara da gönül vermelisin.
.png)
Bugüne kadar edindiğiniz en büyük hayat dersi nedir?
Hepimiz, bu hayatta aslında bir parça yalnızız. Ancak ne zaman ki yeni insanlar tanırız, işte o zaman biraz daha zenginleşiriz. Benim inancım şu: Karşındakini tanımalısın ki, o da seni tanıyabilsin. Peki bu nasıl mümkün olur? Sezgiyle, duygusal zekâyla. Çünkü duygusal zekâdan yoksun birinin ne hayatta bir yere tutunması mümkündür, ne de gerçek bir başarıyı yakalaması. Bu yüzden hep söylüyorum: Karşındakini tanı. Ona gerçekten bak, onu anlamaya çalış. Ancak o zaman o da seni görmeye başlar. Aksi takdirde, insanları anlamadan, onlara temas etmeden, bu hayatı yalnız ve ruhsuz yaşamak kaçınılmaz olur.
Keşke bunu daha erken öğrenseydim dediğiniz bir şey var mı?
Hayatta bazı şeyler vardır ya, çocukluktan beri insanın içinde ukde kalır. Benim de birkaç “keşke”m var.
Rahmetli babam Fransız okulu mezunuydu. Kızım da öyle. Fransızcanın sadece bir yabancı dil değil, kültürel anlamda da çok zengin bir dünya sunduğunu düşünüyorum. Hatta Fransızca bir şarkı dinlerken bile kendimi bambaşka yerlere götürür. O yüzden ilk “keşke”m şu: Keşke Türkçem kadar iyi Fransızca konuşabilseydim. İkincisi, iş hayatımda hep başarılı olmuş, sivrilmiş arkadaşlarıma dönüp baktığımda şunu fark ediyorum: Ortak noktaları ekip çalışmasına yatkın olmaları, çoğunun da ekip sporlarından gelmeleri. Keşke ben de bir ekip sporcusu olabilseydim diyorum. Bu, bana eksikliğini hissettiren bir şey. Üçüncüsü ise belki biraz sıra dışı ama içimde kalan bir başka şey: Klasik dans. O dünyada olmak isterdim. Dans, insana zarafet katıyor; aynı zamanda farklı bir ruh hali, başka bir denge getiriyor.
Sektördeki ödül programlarına nasıl bakıyorsunuz? Bu sektörde karşılaştığınız ve sizi en çok şaşırtan olay neydi? Mesela sizi ödül için arayanlar oldu mu?
Öncelikle şunu net bir şekilde söylemek gerekiyor: Ödül, başarıya verilir; paraya değil. Ne yazık ki son dönemde, ben “ödül tsunamisi” diyorum, içi boş herhangi bir anlam taşımayan ödüllerle karşı karşıyayız. Üstelik bazı profesyoneller, bu ödüllerin maddi karşılıkla alındığını bilmesine rağmen, sosyal medyada "Bu ödülü bana layık görenlere teşekkür ederim" gibi paylaşımlar yapıyor. Oysa ortada ne gerçek bir ödül var ne de ödüllendirilecek bir başarı. Çünkü bir başarının ödüllendirilebilmesi için önce somut kriterlere dayanması gerekir. Kriteri olmayan, sadece ücret karşılığı verilen bireysel ödüller; başarıdan çok, birer para tuzağıdır.
Sektöre yıllarını vermiş biri olarak, bu durumun artık kanayan bir yara haline geldiğini düşünüyorum. Neyse ki yakın zamanda Ticaret Bakanlığı bu konuda önemli bir adım attı. Yayınlanan bildirgeyle, bu tür ödüllerin artık denetim altına alınacağı açıklandı. Bu gerçekten sevindirici bir gelişme. Artık hem ödülü verenin hem de alanın, hangi gerekçeyle bu ödülün verildiğini yasa koyucuya açıklaması gerekecek. Yani artık rastgele dağıtılan, içi boş ödüllere "dur" denilebilecek bir sürece giriyoruz. Ve bu sektörün sağlığı açısından çok önemli bir adım.
Ve tabii ki, geçtiğimiz günlerde çıkan, çok etkilenen bir okur olarak, hayat tecrübelerinizi ve bakış açınızı yansıtan “Hayat Güneşli Bir Sağanak” kitabınızı konuşalım istiyorum. Okuyucularınızdan nasıl geribildirimler aldınız? Bu kitabı bitirenlerin hayatlarında küçük de olsa bir fark yaratmasını umduğunuz mesajlar var mı?
Allah herkese, şu günlerde benim yaşadığım bu güzel “şımarma” halini nasip etsin. O kadar içten mesajlar, o kadar samimi tepkiler alıyorum ki… Bu kadar güzel geribildirim karşısında insan ister istemez duygulanıyor. Bu kitabı yazma süreci hiç kolay başlamadı. Açıkçası, ilk başta yazmamak için kendimle ciddi bir mücadele verdim. Ancak yakın dostlarım ve arkadaşlarımın ısrarı üzerine ön hazırlıklara başladık. Ve sonunda yazmaya karar verdim. Bugün dönüp baktığımda, “İyi ki yazmışım,” diyorum.
Kitabın yazarı Ayşe Başçı bu süreçte bana çok şey öğretti. “Bu sadece 50 yıllık bir kariyer hikâyesi değil, önce ailendeki göçü ve sosyolojik değişimleri anlamamız gerek,” diyerek kitabın derinliğini zenginleştirdi. Bu vesileyle, ailemin geçmişine dair birçok şeyi de ilk kez öğrenmiş oldum.
En çok etkileyen geribildirimlerden biri, tam 55 yıllık bir arkadaşımın şu sözleri oldu: “Bu kitap sadece bir insanın hayatını değil, insanın gelişimini ve yaşam yolculuğunu anlatıyor. Sadece pazarlama ya da yönetim alanında değil, psikoloji öğrencilerinin bile okuması gerekebilir.”
Sektörel bağlamda yeni projeler var mı?
Sektörel oluşumlar, dernekler ve markalar yalnızca ticaret, ciro ve kâr odaklı kurulursa; uzun vadede sürdürülebilir olmaları mümkün değildir. Bu nedenle, özellikle sektörel birliklerin ve kuruluşların, hem topluma hem de sektöre somut değer kazandıran projeler üretmesi ve bu projeleri en iyi şekilde hayata geçirmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bugüne kadar bu doğrultuda pek çok projemizi başarıyla tamamladık. Ancak elbette yeni projelerimiz de var. Bunlardan biri “Reklamda Sürdürülebilirlik” projesi. Bu kapsamda, Net Zero'nun Avrupa ayağıyla yeni bir sözleşmeye imza attık. Kurucusu olduğumuz sekiz derneğin bir araya gelerek oluşturduğu REPİD, artık Ad Net Zero Türkiye temsilcisi konumunda ve bu görevi resmi olarak üstlendi.
Şu anda bu girişimi destekleyen 7-8 markamız var; çok kısa sürede bu sayı 11’e çıkacak. Reklam sektörünün, iklim değişikliğine etkisi göz önüne alındığında, bu konuda büyük bir sorumluluğumuz var. Uluslararası örneklerle kıyaslandığında Türkiye'nin bu alanda önemli bir görev üstlendiği açık. Bu süreci, konusuna hâkim, heyecanlı ve vizyoner insanlarla birlikte yürütüyoruz. Projenin lansmanını 6 Mayıs’ta yapmayı planlıyoruz. 12-15 marka ve 10 derneğin desteğiyle, sektör adına güçlü bir birliktelik oluşturacağız. Bu adım, sektörel iş birliğinin ve ortak hareket etme iradesinin önemli bir göstergesi olacak.
Bir diğer heyecan verici gelişme ise Türk Dünyası Reklam, Pazarlama ve Medya Birliği’nin kurulması. Mayıs ayında, Ticaret Bakanlığı’nın da desteğiyle Ankara’da, bakanlık salonlarında lansmanını gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Şu anda Azerbaycan-Türkiye yapılanması üzerinde çalışıyoruz ve 6 Türk dünyası ülkesinin bu oluşuma katılmasını bekliyoruz.
Bu birlik, reklam, pazarlama ve medya alanlarında ortak bir disiplin ve işbirliği platformu oluşturmayı hedefliyor. Özellikle reklamla ilgili kurumlar, yayınlar, içerikler ve filmler üzerinden bilgi paylaşımı ve kültürel etkileşim artacak. Sektörel gelişim açısından bu girişimin çok değerli bir katkı sunacağına inanıyoruz.
Üçüncü önemli adımımız, şiddete karşı bir eylem platformunun kurulması oldu. Lansmanını 24 Nisan’da gerçekleştireceğiz. Bu platformda, 8 dernekten ve alanında çok değerli isimlerden oluşan güçlü bir İcra Kurulu yer alacak. Reklam aracılığıyla toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda önemli bir dönüşüm başarmışken, şimdi de şiddetle ilgili farkındalığı artıracak ve çözüm odaklı çalışmalar yürüteceğiz. Üstelik bu projede sadece kadına yönelik şiddet değil, her tür şiddet konusu ele alınacak.
Bir diğer önemli projemiz ise, tüm mecra ölçümlerinin tek çatı altında toplanmasını hedefleyen Medya Ölçüm Konseyi. RTÜK gibi çok değerli kurumların ve Ticaret Bakanlığı’nın desteğiyle bu yapının yönetim kurulunu oluşturma sürecindeyiz. Sabır gerektiren bir proje ama sektör için oldukça güçlü ve stratejik bir adım olduğuna inanıyoruz.
Ayrıca, Sorumlu Influencer Eğitim Programı ile dijital dünyaya da katkı sunuyoruz. Günümüzde influencer marketing, dijital yatırımlar içinde yüzde 4.8’lik bir paya ulaşmış durumda. Bu oran 18 Nisan itibarıyla yüzde 5’i geçecek ve böylece sinema, radyo ve basın gibi geleneksel mecraların önüne geçecek. Bu program; Ticaret Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Reklam Özdenetim Kurulu işbirliği ile yürütülüyor. Pek çok değerli influencer bu sürece dâhil oldu ve eğitimler tüm hızıyla devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta Reklamverenler Derneği temsilcilerine program hakkında bilgi verdik. Eğitimlerde; bakanlıkların influencer’lardan ne beklediğini aktarıyor, etik ilkelere ve sorumluluk bilincine dikkat çekiyoruz. Bir toplantıda influencer’lara şöyle demiştik: “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar gibi dolaşmayın; bir araya gelin, örgütlenin.” Gelen duyumlara göre, gerçekten de örgütlenme süreci başlıyor. Bu, dijital ekosistem için oldukça değerli bir gelişme.