Modern yaşamın “görünmeyen” yapıları üzerine fikir üreten bir entelektüel olan Venkatesh Rao’nun “Premium Mediocre” kavramı, ilk olarak 2017’de kendi blogu Ribbonfarm’da yazdığı bir makalede ortaya çıktı. Müsaadenizle kavramı “Şatafatlı Vasat” olarak Türkçemize çevirmek isterim.
Rao, Şatafatlı Vasat kavramını şöyle tanımlıyor: Gerçekte ortalama olan bir şeyin, paketleme, pazarlama ve sunumla ‘lüks’ veya ‘yüksek kaliteli’ gibi gösterilmesi. Yani ürün ya da hizmet özü itibarıyla sıradan, ama üstüne biraz şatafat, bir miktar iyi tasarım, bir tutam “premium” etiket eklenmiş. Böylece aslında herkesin erişebildiği, ama ayrıcalıklıymış gibi sunulan deneyime erişen insanlar kendilerini özel hissediyor. Aslında ürün ya da hizmet tamamen lüks değil, ama tamamen ucuz da değil. Ayırt edici özelliği ise şu: Instagram estetiği var. Göze hitap ediyor, fotoğraflanıyor, ve sosyal medyada paylaşılıyor.
Rao’ya göre şatafatlı vasatlığın arka planında modern kapitalizmde orta sınıfın giderek küçülmesi (bizim ülkemizde adeta yok olması) ama tüketim kültürünün insanlara hâlâ “premium” hissettirmek zorunda kalması var. Yani bu küçük ve ulaşılabilir “lüks simülasyonları” hem statü göstergesi, hem de kendini kandırma biçimi. Yurdumuzda “Gurme” simitçiler, (Bildiğin simite avokado, somon ekleyip beş kat fiyatla satanlar) alışveriş merkezlerindeki “fine dining” restoranlar (menüde telaffuzu zor sözcükler, mutfakta standart malzeme, lezzet ve serviste fena vasatlık), “Butik” oteller (pansiyon standardında olsa da taş duvar ve rustik dekor fotoğraflarıyla “lüks” gibi pazarlananlar), festival görünümlü dandik etkinlikler (sponsor standları ve yiyecek içecek satışından ibaret ama “gastro festival” gibi janjanlı ismi olanlar), şatafatlı fitness salonu üyelikleri (standart spor salonu ama sadece yüksek sosyetenin üye olabildiği imasıyla bir gizem yaratarak ekstra ücret talep edenler), cinsiyet partileri (bebeğin cinsiyetini açıklamak gibi basit bir bilginin büyük şovlar, renkli balonlar, özel kostümler, hatta ve ne yazık ki havai fişeklerle verildiği, katılımcılar ev sahibi için bir tür sosyal statü simgesi haline gelen saçma toplantılar) gibi pek çok şatafatlı vasatlık örneğine rastlayabilirsiniz.
Türkiye’de bu kültürün bu kadar yaygın olmasının arkasında elbette kritik sosyo-ekonomik sebepler var. Ekonomik gerçeklik bunlardan en önemlisi. Memlekette gelir eşitsizliği o denli yüksek ki milyonlarca insan gerçek lükse ulaşamıyor, ama onun hissini veren şeylere ulaşabiliyor. Bu da “daha küçük, daha ucuz ama lüks görünen” alternatifleri büyütüyor. Bunun da arkasında elbette psikolojik bir faktör var: Kendini ödüllendirme ihtiyacı. Ekonomik zorluklar, iş yoğunluğu ve stres içinde yaşayan insanlar, küçük lükslere yatırım yaparak kendilerini iyi hissetmeye çalışıyor. Milyonların “bir kereden bir şey olmaz” fikri birleşip şatafatlı vasatlığa düzenli talep yaratıyor. O “üçüncü dalga” kahvecide kahve içmek “Ben kültürlü, şehirli, belli bir standardın sahibiyim” mesajını verirken, kanayan yaralara beş dakikalığına pansuman yapılıyor.
Bir diğer önemli etken de sosyal medya etkisi ile coşan gösteriş kültürü. Türkiye’de sosyal medya kullanımı dünya ortalamasının çok üstünde. (Türkiye'de 58,5 milyon aktif sosyal medya kullanıcısı var ve bu toplam nüfusun yüzde 66,7'sine denk. Dünya ortalaması ise yüzde 62,3.) Instagram estetiği işte bu yüzden belirleyici oluyor. Göze hitap eden, fotoğraflanabilir, “lüks görünümlü” deneyimler arzu nesnesi halini alıyor. Tatlının tadı değil tabağı, tabağın üzerinde durduğu masanın deseni, masanın bulunduğu mekan, mekanın semti ön plana çıkıyor.
Şatafatlı vasat, tamamen kötü ya da tamamen iyi bir şey değil; daha çok bir durum tespiti. Rao’ya göre “trajikomik bir orta sınıf stratejisi”. Ekonomik gerçeklerle arzular arasında kurulan pragmatik bir köprü. Bence mesele, şatafatlı vasatlığı hayatın tamamına yaymak yerine arada bir küçük keyif olarak kullanmakta. Böylesi zararsız; hatta eğlenceli olabilir. Ancak tüketim tuzaklarına düşmemeye özen göstermeli. Gerçekten kaliteli ya da anlamlı şeyler yerine, “lüksmüş gibi görünen” simülasyonlarla yetinmek, ürün ya da hizmetin özünden çok ambalajına, gösterişe önem vermek, mazrufa değil zarfa odaklanmak, insanı sürekli daha fazla “sahte lüks” satın almaya iterek önce maddi ve kalıcı bir manevi hasar yaratabilir.
Şatafatlı vasatın tuzağına düşmemek için önce mahalle baskısını fark etmekte fayda var. Zira, bu tarz tüketimlerin çoğu “çevremde herkes yapıyor” mantığından geliyor. Bunun farkında olmak bile tüketim kararlarımızı değiştirebilir. Paylaşma ihtiyacı baskınsa, bu şatafatlı vasat sinyali olabilir. “Sosyal medyada paylaşmasam da almak ister miyim?” sorusu iyi bir turnusol testidir.