Kezban Saki Yaltırak: "Nepal-Annapurna dünyanın çatısına seyirlik bir yolculuk"

Havas Media Group’ta uzun yıllar genel müdür yardımcılığı görevinde bulunan Kezban Saki Yaltırak, şehirlerin planlanmış keskin yollarını ve beton blokları geride bırakıp Nepal’in Annapurna bölgesinde pandemi öncesi yaptığı son doğa yürüyüşünü bizlerle paylaşıyor.

Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil, yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır... Çünkü ‘Yürüyen İnsan’ kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. 

Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için...”

Yürümenin Felsefesi, Frédéric Gros

Nepal-Annapurna Yürüyüşü; Dünyanın çatısını seyirlik bir yolculuk

Bundan tam iki yıl önce yani COVID-19 virüsünün tüm dünyayı bir nevi terörize etmesinden hemen önce, yaşamımızın her faaliyetini evlerimizin güvenli alanına henüz tamamen tıkıştırmamışken, hayatımın son uzun yürüyüşünü Nepal’in Himalayalarında yaptığımı bilemezdim. O yüzden bu yazı için seçtiğim fotoğraflar ve anılar, hatıramda son kalan ve gerçek özgürlüğe en yakın olma halinden...

Başta Nepal planlarımda yalnızca şehir gezileri vardı, Himalayalarda yürüyüş planlamıyordum çünkü günler boyu sürecek bir doğa yürüyüşü için kendime güvenmiyordum açıkçası. Yüksek irtifa yürüyüşü için hem fiziksel hem de zihinsel kondisyon gerektiğini düşünüyordum. Ama yakın bir arkadaşımın cesaretlendirmesi ve o sıralarda yürüyüş ile ilgili okuduğum üç kitabın da etkisiyle, Himalayaların en meşhuryürüyüş rotalarından biri olan Annapurna bölgesinde bir hafta sürecek bir yürüyüş planını gezi programına dahil ettim. Bu yürüyüşten beklentim huzur, içsel bir yolculuk ya da heyecan arayışı değildi. Daha çok yaşadığımız şehirlerinplanlanmış keskin yolları, her şeyi birbirinden kaskatı bir şekilde ayırıp sınıflandıran beton bloklar yerine esneyen, kıvrılan patikada doğanın yumuşak hatlı kendiliği içinde özgür olma hissine olabildiğince yakınlaşabilmekti.

Yedi gün devam eden yürüyüşte beni sınırlayan tek şey ise; daha önce binlerce insanın sabırla yürüyerek açtığı, benim de ayrılmadan takip etmem gereken, zaman zaman yetmiş dereceye varan eğimi ile derelerden, devasa şelalelerden, asma ip köprülerden, rengarenk küçücük köylerden usulca geçen o dar patikaydı. Doğada olmak muhakkak özgürlük hissi veren müthiş güzel bir duygu ama aşırı romantize etmekten de kaçınmak gerekiyor. Çünkü patikanın olmadığı yerde doğa sevgisinin romantize edilmesi çok zor. Patikasız bir ormanda iki saat bile ilerleyemez, çaresizlik içinde oturup gözyaşları içinde kurtarılmayı beklersiniz. Yolcusunu kendine muhtaç bırakan patika bazen arkadaşça davranıp, bazen de hırçınlaşıyordu. Kendimi bazen ansızın oluk gibi bastıran muson yağmuru altında düşmemek için adım atacak yer ararken buluyordum, bazen de hayatımda gördüğüm en büyük -neredeyse elim kadar- kız böcekleri ve mavi kelebeklerin eşliğinde ayaklarım yerden kesiliyordu. 

İstanbul’da özenle seçtiğim şarkılardan oluşan müzik listesinin ne gereksiz bir hazırlık olduğunu orada anlayacaktım. Duymak istediğim tek şey ormanın, suyun, bilmediğim kuşların, ayağım altında çıtırdayan yaprakların sesiydi. İnsan aklıyla, eliyle düzenlenmiş her şey gibi müzik de fazla geliyordu. Ama en fazla gelen şey sırt çantamdı. Tecrübesizce hazırlanmış, yedek kıyafetler, ilk yardım çantası, atıştırmalıklar ve içme suyundan oluşan 8 kiloluk sırt çantası, tırmanışa geçtiğimizde bana 80 kg gibi gelmeye başlamıştı. Yürüyüş düşünceyi sadeleştiriyor evet ama yürüyüşün bir ıstıraba dönüşmemesi için düşünceler kadar sırt çantasının da mümkün olduğunca sade olması gerekiyormuş. Bu yürüyüş için bedenen hazırlıklı olmadığım da oldukça acı bir şekilde ortaya çıkmıştı. Spor geçmişim yoktu ve fiziksel olarak bu kadar zorlandığım başka bir deneyimim de olmamıştı doğrusu. İstediğim hızda ilerleyemesem de bir şekilde devam ederken acılar içinde mutluydum. Çünkü kolay yolunu bulmuştum.

Her gün güneşin doğuşuyla erken saatlerde başlayan yürüyüşte, bir sonraki durağımız olan tepeye şöyle bir göz attıktan sonra bir daha yukarıya bakmamaya karar vermiştim. Tek ilgilendiğim şey, attığım bir sonraki adımdı. Likenle kaplanmış, kaygan taşlara basarken, minik su akıntılarını, asma köprüleri, dağ başında ansızın ortaya çıkan tek kulübedeki çocuğun meraklı bakışları önünden geçerken tek yapmam gereken yalnızca bir sonraki adımımı atmaktı. Bir süre sonra hafif bi trans haline geçip, neredeyse bin metre yukarıdaki ulaşmaya çalıştığımız o tepeyi artık düşünmüyorsunuz. Nasılsa patika sizi oraya götürecek. Adım atmaya devam etmek yeterli ve tabii ki içinden sessizce geçip gidilendoğanın güzelliğine şahitlik ederek...

O küçük adımlar en sonunda bir gün bizi (ben ve Nepalli rehberim Elmi), ulaşmaya hedeflediğimiz, Himalaya sıradağlarının zirvelerini görmek için teras görevini gören mini zirve Poon Hill’e çıkardı. 3 bin 200 metredeki Poon Hill’e doğru sabahın kör karanlığında orman içinde yürümeye başladığımızda gökyüzünde tek tük yıldızları görünce, “Oh” dedim, “Bulutlar dağılmasının müjdecisi olmuş yıldızlar”. Muson zamanı olduğu için o kadar yol kat edip, Annapurna dağ masifinin 8 bin metreye varan zirvelerini bulutlar yüzünden göremeden dönmek kabul etmeliyim ki biraz hayal kırıklığı yaratırdı. Biz daha Poon Hill’e varmadan solumuzdan güneş doğmaya başladı, ilk ışıklarıyla sağımızda kalan dağların karlı zirvelerini bir anda tek tek meşaleler gibi yaktı... Yorgunluk, uykusuzluk, yükseklik nedeniyle hafif yaşanan sersemlikten eser kalmadı, hepsi uçtu gitti. Geriye kalan tek şey, yüce dağlardan oluşan manzaranın büyüsüydü elbette. Her şeye değer denilen o an.

İnsan belli bir yaştan sonra bazı atasözlerini ancak yaşayarak içselleştirebiliyormuş demek ki. Acısıyla tatlısıyla farklı bir sürü duyguyu yaşadığım Annapurna yürüyüşünden evime döndüğümde bana tecrübe olarak en çok, attığım o küçük adımların ne kadar değerli olduğu kaldı. Ne iş yaparsam yapayım, nasıl zor bir sürecin ya da hazırlığın içine girersem gireyim, altından kalkamayacağımı düşündüğüm zamanlardaki pandemi süreci herkes gibi benim için de zorlayıcıydı- dünyanın çatısında attığım o adımları ve kendi yüküm olarak taşıdığım o sırt çantasını hatırladım. Zaman zaman vazgeçme noktasına geldiğimde, bunun yerine ihtiyacım olan şeyin belki de biraz dinlemek olduğunu, sabırla atılan adımların devamlılığının hayatımızın minik zirvelerine ulaşmasına yardımcı olduğunu hatırlattım kendime. Zirveler bir yana, asıl gerçek olanın ve yaşanması gerekenin yolun kendisi olduğu da aşikârdı. Olur da mini bir zirveye çıkılırsa dabir süre manzaranın tadınının çıkartılması gerektiği gibi.

Pandemi nedeniyle planlarımlarımdan çıkarmak zorunda kaldığım bir sonraki Himalaya yürüyüşünü iple çekiyorum. Bu sefer daha tecrübeliyim. Belki siz de benimle gelirsiniz, dünyanın çatı katına...

“Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.” Henry David Thoreau

Kariyer
Sosyal Medyayı Kadınlar mı, Erkekler mi Daha Etkin Kullanıyor?

Geçtiğimiz günlerde onuncu yılını tamamlayan Facebook’un  bugün 1,23 milyar aylık aktif kullanıcısı mevcut. Dünya çapında 37 ofis ve 6 binden fazla da [...]

Bunlar İlginizi Çekebilir