Rahman Yıldız: İlkleri neden unutmayız?

MullenLowe Istanbul Creative Group Head’i Rahman Yıldız’ın ilk profesyonel çalışmasının hikâyesi sizlerle…

Akıllara kazınan kampanyalar, dillere dolanan sloganlar, unutulmayan tasarımlar… Yaratıcı zekâlarıyla sektöre adını kazımayı başaran kreatif isimlerin ilk işlerine yer verdiğimiz İlk Profesyonel Çalışmam serimizin konuğu MullenLowe Istanbul Creative Group Head’i Rahman Yıldız’ın hikâyesi sizlerle...  

İlkleri neden unutmayız?

İlkleri neden unutamayız? Bu soruyla kendimi baş başa bıraktım. Hatırlamaya çalışırken o ana gittim. 25 yaşındaki Rahman’ı izledim. O gün ne olmuştu? 10 yıl sonra “ilk işim” diye söz edeceği fikri nasıl bulmuştu? Kanlı canlı karşımda gibiydi. Sadece 25 yaşındaki Rahman değil; o fikri bulmuş olmanın heyecanıyla salgılanan adrenalin de karşımdaydı sanki. Sana da selam sevgili adrenalin, bir ara yine görüşelim.

O zamanlar Hürriyet’in yaptığı Kırmızı Ödülleri vardı. Ana kategorilerin dışında bir de Hürriyet Özel Ödülü veriliyordu. Buraya belli bir yaşın altındakiler katılıyordu. Bu kritere uygun herkes girebiliyordu. Ben de katılmıştım tabii, kaçar mı? Ödüllük bir iş yapma ihtimali var sonuçta. Hemen kareli gömleğimin kollarını sıvadım. Kareli oduncu gömleği o zamanlar çok modaydı. Ve tabii ki hipster sakalı. Ben junior olduğum için sakalım da junior’dı. Çok stil olduğu için değil ha, kuaföre gidecek vakit yoktu. Eğer bir ajansta junior iseniz, sizin için dışarısı diye bir yer yoktur. Yine o günlerden biri işte… Brief geldi, konumuz Türkiye’de Otizm. Biraz daha açarsak; otizmli çocuklar, otizmli olmayan çocuklarla eşit şartlarda eğitim almalılar. Bununla ilgili farkındalık yaratacak bir iş yapmamızı istiyorlar. Kreatif için her brief bir kaygı atağıdır. Yaratıcılık “acaba yapabilecek miyim” diye kaygı duymaktır. Yaratıcı olmaya kaygı duyarak başlarız yani. Aslında tırnaklarımızı değil, düşüncelerimizi yeriz. Yeterince büyük laflar ettiğime göre bir sonraki parta geçebiliriz.

Basiti görememe huyumuz

“Eşit şartlarda eğitim… Eşit şartlarda eğitim…” diye diye geziyorum ajansta. Giydiğin o kareli oduncu gömleği, deli gömleğine dönüşür fikir düşünürken, bilirsiniz. Fark etmeden başka bir personaya bürünürsünüz ya da depersona takılırsınız. Psikolojide bir kavram var: Depersonalizasyon. Kişinin kendisinden kopması, kendine yabancılaşması. Fikir bulma sürecine girdiğinizde kendi personanızdan uzaklaşırsınız. Hedef kitlenize dönüşürsünüz. Role girer, bulduğunuz fikirden emin olana kadar o rolde kalırsınız. Emin olmak, görebilmekle ilgili tabii. Çünkü insan olarak en basiti görememe gibi bir huyumuz var. Bilinç katından kapkaranlık bilinçaltına inerken bize ışık tutacak tek şey konuşmaktır diyor ya Freud, benimkisi de o hesap. Konuşuyorum kendi kendime. Ustalar sürekli şöyle derdi; yazılmış en iyi metin, konuşabilen metindir. Bunları o yaşlarda bilmiyordum. Nerden bileyim? Şimdi buradan 25 yaşındaki Rahman’a bakınca anlıyorum. Onun kuluçkadaki kramp halini görebiliyorum. Volta atıp duruyor ama kafa kilit. Sonra birden yerine oturuyor. Sanırım bir şey buldu. Du bakalım…

Bu işte bir terslik var

Döner sandalyeme oturdum. 360 derece döndüm. Önüme boş bir a4 kağıt koydum. Onu yatay çevirdim. Benim için dünya artık yuvarlak değil, yatay bir dikdörtgendi. En azından bir süreliğine. O boş kağıda her şey yazılabilir, çizilebilirdi. Ben eşittir (=) işareti çizdim. Çünkü keyword’lerimizden biri eşitlikti. Diğer keyword ise eğitim. Bu kelimenin akla getirdiği görsel cue, ya harfler ya da sayılardır. Eşittir (=) işaretinin önüne 1+1 yazdım. Ama 1’lerden biri tersti. Evet, bu işte bir terslik vardı. O terslik metaforik olarak otizmi anlatıyordu. Basiti bulduğumu fark ettim. Belki doğru fikir değildir ama denemeye değer dedim. Bir fikrin doğruluğu off-brief değilse test edilebilir mi? Bilmiyorum. Sol alta başlığı attım: Farklı olsak da eşitiz. 

Junior Copywriter, Senior Pesimist

Ajanstaki herkes çalışıyor brief’e. Kimisi tıkanmış, kimisi de fikri bulmuş ama execution’ı çözmeye çalışıyor. Duyduğum her fikir bana cillop geliyor. Haliyle kendimi sorguluyorum. Çok mu basit acaba ya diyorum. Ama içimden… Çünkü dışarı yansıtırsam beni vazgeçirecek yorumlar alabilirim. Vazgeçirilmek istemiyorum. İçim fırtına, dışım liman. 

İlan tasarlanıyor. Sonra herkese gösteriyoruz. Creative Director’üm ilana bakıyor. Önce bir suskunluk. Gürültülü suskunluk ama... Hani hissedersiniz ya, öyle. O yaşlarda çok içime kapanıktım, bu da mesafe yaratıyordu insanlarla aramda. Farkındaydım. Ajansın şakacı çocuğu değildim. Ama en şaka kaldıranı ben olabilirim. Çok güzel şaka kaldırırdım. Ofansif ya da defansif fark etmez, her şey söylenebilirdi bana. Bu yüzden direktörümün suskunluğuna takıldım. O suskunluğu dilimden fırlayan iki kelime bozdu. “Göndermeyelim mi abi?”. Soruya bak, direkt negatif basıyor. İşte karşınızdayım: Junior Copywriter, Senior Pesimist hehehe. Olaysız ve yorumsuz dağıldık. 

Ajanstan arkadaşlarla mikro teras toplantıları yaptık. Benim “Neyse, göndermeyelim”ci tavrımı revize etmeye çalıştılar sağ olsunlar. O işi yarışmaya neden göndermem gerektiğini anlattılar. Hatta bazıları vardı ki, ikna kabiliyetleri karşısında şok geçirip “Bu ilerde kesin CEO olur” dedim. Gözlerinde sunum yaptıkları müşteriye dönmüştüm. Ama bu açıdan bakarsak, ilk işimin de ilk müşterisi bendim. Dil çıkaran şakacı emoji. 

Velhasıl ilanı gönderdik ve işimiz Hürriyet Özel Ödülü’nü kazandı. 

Tam burada keselim sahneyi 

İlk ödülüm, gururluyum ama omuzlarımda utangaçlığın da yükü var. İnsana bir şey başarınca yüklenen İlber Ortaylı Modu bana yüklenmedi hiç. Normalde ilk birkaç gün nasıl geçer? Ajansta catwalk yaparak… Takarsın gözüne Nijeryalı Osman’ın tezgahından aldığın gözlükleri, arkandan konfetiler patlarmışçasına yürürsün. Starsındır artık. Günlük iş mi verecekler? Hem de sana? Yok daha neler… Ben de öyle olmadı. Böyle bir şey beklemezsin tabii, işin şakası bu ama ben hissedemedim bile… Çünkü ödülü kazandığımızı öğrendiğim an “E hadi ödül de kazandın, şu işi de çöz be…” dedi bir ses. İnşaat markamızın Kapıkule sınırına çok yakın bir yerde yaptıracağı site için isim çalışması… Hayaller podyum, gerçekler şantiye. 

Gelgelelim tören gününe. İlk ödül törenim. İlk işimle katılabilmiş olmak heyecan verici. Kalbimin hızı 100 metre koşuda Usain Bolt’la yarışabilir. Heyecan üzerine çok şey söylenebilir. Kalbin hızlanır, ellerin terler, çişin gelir. Tam bu noktada yazının başına dönelim, sorduğum soruya: İlkleri neden unutamayız?

Benim için cevap çok basit.

Ödülün verildiği an sahnede değil, tuvaletteydim.

Kariyer
Sosyal Medyayı Kadınlar mı, Erkekler mi Daha Etkin Kullanıyor?

Geçtiğimiz günlerde onuncu yılını tamamlayan Facebook’un  bugün 1,23 milyar aylık aktif kullanıcısı mevcut. Dünya çapında 37 ofis ve 6 binden fazla da [...]

Bunlar İlginizi Çekebilir