Günümüzün en önemli tartışmalarından biri, en bayağı haliyle yapay zekâ sonumuzu getirecek mi? sorusu ekseninde dönüyor. Tartışmanın özeti olan cümleyi öğelerine ayırınca resmi biraz daha net görüyorsunuz: Sonu gelecek olan reklamcılık (ve genel olarak yaratıcı sektörler), sonu getiren şey de yaratıcılığı geliştikçe yapay zekâ olarak duruyor. Bunu şimdiden kestirmek zor, ama öncü kullanıcı olma telaşıyla gerçekleştirilen yapay zekâ kullanılmış projeler genel hatlarıyla basit, son derece normal ve zoraki şeyler.
Kabul edilmiyor ama yapay zekâ bir fikirle buluşmadıkça “sihirle” ortaya güzel bir şey çıkmıyor. Mecburi bir buluşma yaşanıyor. Tatsız ve bir o kadar da anlamsız bir şey, çok çok çok az çabayla “beliriveriyor”. Herkes bu çabasız belirişten çok etkileniyor ancak önemli bir şey unutuluyor: Aslında hayata geçirmeye çalıştığımız fikrin yapay zekayâ ihtiyaç duyması gerekiyor. Evet, şaşırmayın, gerçekten gerekiyor. Nasıl ki “gerçek bir film” çekmek için kameraya ihtiyacınız varsa ve kamerayı kullandıktan sonra “bu filmde kamera kullanıldı” demiyorsak, yapay zekâya ihtiyaç duyan bir proje/kampanya/fikri hayata geçirirken yapay zekâyı kullanıp sonrasında bundan çok da fazla bahsetmemize gerek yok. Valla. Rahatlayın, yapay zekâ ve fikri gerçekten bir prodüksiyon ihtiyacını ortadan kaldırmak için buluşturduğumuzda tüm bu “yapay” gereksinimler ortadan kalkıyor.
Bu noktada gerçek sorun yapay zekânın yaratıcı sektörleri edip etmeyeceğinden çok, yaratıcı sektörlerin yapay zekâ tembelliğiyle her şeyi fikir sanmaya başlaması gibi görünüyor. (Bu arada bir not: Bu yazı Word kullanarak yazılmıştır, fyi.)
Her iyi buluşma gibi, fikir ve yapay zekâ bir ihtiyaç ekseninde bir araya gelince güzel şeyler oluyor.
Şimdi, iki şeyin nasıl doğru biçimde bir araya geldiklerinde güzel bir şey ortaya çıkardıklarından söz etmek için üç şeyden daha bahsedeceğiz: Bir kitap, bir yüzük ve bir bilgisayar. Daha detaylı söylersem bir kitabın üç ayrı bölümünü başlatan bir cümle ile yolumuzu bulup; kötü ve iyi iki şeyin birleşme öyküsüne dair birlikte sesli düşüneceğiz. O sırada bir yüzüğün yanlışlığı ile bir bilgisayarın doğruluğu bizi şaşırtacak.

Bir kitap
Julian Barnes’ın 2013 yılında yayımlanan Hayat Düzeyleri isimli kitabı, hem tarihsel bir anlatı, hem aşk üzerine bir düşünce denemesi, hem de yas günlüğü olarak okunabilir. Tıpkı iyi şeylerin hep başka bir şeylerin bir araya gelmesi olması gibi, Hayat Düzeyleri bir yas kitabı olduğu kadar bir aşk kitabı, bir aşk kitabı olduğu kadar balonculuğa dair bir değini de... Aşk, yas ve aeronotik da ne alaka?
İşte tam burada doğru şeyleri bir araya getirme becerisi gösteren insan faktörü devreye giriyor. Hani konu yapay zekâ olunca sürekli unutulan şey.
Kitabın üç bölümü de aynı cümlenin farklı sonuçlara gebe varyasyonları ile başlıyor. Biz sadece İlk iki bölümün başlangıç cümlelerine değineceğiz.
Birinci bölüm “Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz. Ve dünya değişir. İnsanlar bunu o zamanlar fark etmeyebilirler ama bu önemli değildir. Dünya yine de değişmiştir.” cümlesiyle başlıyor ve balonculuk ile fotoğrafın bir araya gelmesinden doğan hava fotoğrafçılığının sıkıştırılmış tarihini ele alıyor.
Balonla gökyüzüne yükselen Nadar’ın şehirlerimize kuş bakışı bakma isteğinin oluşumunu ele alıyor. Aeronotik ile fotoğrafçılık buluşuyor ve dünyamızın fotojenik yönünü öne çıkarıyor. Daha önce bir araya gelmemiş iki şey, Nadar sayesinde bir araya geliyor.
Gaspard-Félix Tournachon, namı diğer Nadar, bir fotoğrafçı, havacı ve gazeteciydi. 19. yüzyılda özellikle portre fotoğrafçılığı ile tanınmıştı ve dönemin ünlü sanatçılarını, yazarlarını ve bilim insanlarını fotoğraflamıştı. Görünen o ki, ilişkili gibi görünmeyen tüm ilgi alanlarını birleştirip bizi yepyeni bir şeyle tanıştırdı: Hava fotoğrafçılığı. İki şeyi birleştirerek (bence üç, çünkü gazetecilik yanı da bana sorarsanız bu kadar “viral” bir şeyi ortaya çıkarırken ona katkı sağlamış ama peki, iki şey birleştirmiş olsun) yepyeni bir şey ortaya koyan Nadar, lezzetli bir merak kokteyli yapmış diyebiliriz.
Bu örnekte, doğru iki şey bir araya getirilmiş ve güzel bir şey ortaya çıkmış, ama hikayeler her zaman böyle bitmiyor. Tıpkı insan faktörü göz ardı edildiği için, yapay zekânın “fikirle” bir araya getirilemediği zorlama örneklerde olduğu gibi.
İki şey bir araya geldiğinde, üç ve anlamlı bir şey ortaya çıkıyorsa güzel oluyor.
Bir yüzük
Önce Barnes’ın kitabının ikinci bölümünü başlatan cümleyi okuyalım: “Daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz; Bu bazen yürür, bazen de yürümez.” Biz şimdi bu cümlenin “bazen de yürümeyen” tarafındayız.
78 yıl önce, yalnızca 15 sent ve bir kutu kapağı postalayarak Lone Ranger Atomic Bomb yüzüğüne sahip olabilirdiniz. Bu oyuncak aslında radyoaktif Polonyum-210 içeren bir spinthariscope’tu ve Kix mısır gevreği promosyonu olarak dağıtıldı.
Hemen iki şeye yanıt verelim.
1. Lone Ranger ne?
Lone Ranger, 1933–1956 arasında dönemin en çok dinlenen radyo programlarındandı; Kix ise bu programın sponsoruydu.
2. Spinthariscope da neyin nesi?
Spinthariscope, 1903 yılında İngiliz fizikçi William Crookes tarafından icat edilen, alfa parçacıkları yayan bir radyoaktif kaynağın, fosforlu bir ekranla etkileşime girmesi sonucu oluşan ışık parıltılarını gözlemlemenizi sağlayan bir alet.
Bu oyuncağı karanlık bir odaya götürüp, bombanın kuyruk kapağını çıkardıktan sonra yüzüğe dahil olan minik mercekten baktığınızda, Polonyum-210 atomlarının Kurşun-206’ya bozunurken saçtığı ışık parıltılarını görebiliyordunuz. Ne? Bir çocuğun odasında nükleer bir reaksiyon mu? Hem de sadece basit bir promosyon kampanyası için?
Polonyum-210 bir alfa yayıcı. Bozunurken helyum çekirdekleri fırlatıyor. Helyum çekirdekleri çok ağırdı ve yüksek enerji taşıyor; fakat bir kâğıt parçasını bile delip geçemiyor. Yani dışarıdan Polonyum-210 aslında pek tehlikeli değil, çünkü insan derisinin aşamıyor. Ama vücudun içine girdiğinde… İç organlara doğrudan dev alfa parçacıkları gönderiyor, hücreleri parçalıyor ve sonunu zaten biliyorsunuz.
Ya bir çocuk bu yüzüğü kurcalayıp Polonyum-210’u dışarı çıkarsaydı, ağzına atsaydı vs vs.
Korkunç ihtimaller üstüne düşünmek kolay ama böylesi tehlikeli ve aynı zamanda etkileyici bir oyuncağı hayal etmek… Çılgın yaratıcılık bi yere kadar ok ama promosyon kampanyası PPM’inin çok da özenli geçmediği hemen fark ediliyor. Belki de hukuk birimi izindeydi, kim bilir.
Biraz da iyi şeylerden söz edelim. Polonyum-210’un yarı ömrü 138 gün. Bu hem radyoaktivitesini hızlıca kaybettiği, hem de kısa süre içinde çok yoğun radyasyon yaydığı anlamına geliyor. Gümümüzde pek çok yarı ömür geçtiği için, oyuncakların içindeki Polonyum-210’un tamamı çoktan kurşuna döndü. Yani bugün oyuncaklar artık tamamen güvenli. Ayrıca yüzüğün içinde çok az madde bulunuyordu.
Lone Ranger, 1933–1956 arasında dönemin en çok dinlenen radyo serilerindendi; Kix bu programın sponsoruydu. 1947’de programın dönemi için son derece holistik kampanyasının bir parçası olarak promosyon yüzük verilmeye başlandı; bu yüzden yüzük, koleksiyon literatüründe “Lone Ranger Atomic Bomb Ring” diye anılıyor. 15 sent + bir Kix kutu kapağı ile evinize radyoaktif bir madde sokmak…
Promosyon ve radyasyonu bir araya getirmek iyi bir fikir gibi durmuyor.
Bir bilgisayar
Her yıl milyonlarca genç telefonlarını ellerine aldığında, kendisine gelen bir dizi acımasız mesajı okuyor. Mesajları okuduktan sonraki birkaç saat boyunca hayatı alt üst oluyor; yapması gerekenleri yapamıyor uykusuz kalıyor, kaygı ve stresle boğuşuyor. Dünyada milyonlarca ergen için bu, artık sıradan bir rutin. Bu görünmez krizin farkına varan STOMP Out Bullying, 2019’da “Emma” isimli bir yapay zekâ platformunu yarattı. Emma, sosyal medyadaki olumsuz etkileşimlerin ergen beyninde nasıl etkilediğini göstermek için tasarlanmış, veri odaklı bir simülasyondu. Sürecin daha iyi anlaşılması için steril bir ortama yerleştirilmiş bir bilgisayardı.
Emma, sosyal medyadaki mesajları ve yorumları tarıyor, olumsuz içerikleri analiz ediyor ve ergen beyninde yaratacağı potansiyel etkileri simüle ediyordu. Putamen, kaudat ve diğer stresle ilişkili beyin bölgelerinin nasıl etkilendiği platform üzerinde görselleştiriliyor; böylece dijital dünyada yazılmış kelimeleri, gerçek bir stres tepkisine dönüştürüyordu. Bu süreç, yalnızca bir yazılım deneyinden ibaret değildi; klinik araştırmalar ve psikolojik verilerle desteklenmiş bir simülasyondu. Emma’nın amacı basitti: siber zorbalığın soyut etkilerini somut hâle getirmek için tasarlanmıştı.
Sistem basitçe şöyle işliyordu: Yapay zekâ sosyal medyadaki siber zorbalık içeren mesajları okuyor. Buna maruz kalan bir gencin neler yaşadığını ele alan King’s College London araştırmasındaki veriler ışığında, bir gencin beyninde yaşananları bir işlemciye yaşatıyordu. Kaygı, işlemcinin ısınmasıyla temsil edildi. Sürecin sonunda yapay zekâ modeli kendisini aşırı ısınarak kapattı. Gerçek bir insanın travma sonrası yaşadığı katatoni gibi.
Emma'nın dayandığı bilimsel çalışma, King’s College London'dan Dr. E.B. Quinlan ve ekibi tarafından yürütülen bir araştırmaydı. Bu araştırma, ergenlik döneminde sürekli zorbalığa maruz kalmanın, beynin gelişiminde psikopatolojiyle ilişkili sapmalara yol açabileceğini gösteriyodu. Ayrıca, bu tür zorbalık deneyimlerinin, anksiyete semptomlarıyla ilişkili olduğu görüldü. Bulgular, Emma'nın tasarımında temel bir referans noktası oluşturdu ve platformun, dijital zorbalığın ergen beyni üzerindeki etkilerini görselleştirmesini sağladı.
Emma, okullarda ve eğitim etkinliklerinde sergilendiğinde, öğrenciler yalnızca bir teknoloji deneyimi yaşamadılar; kendi dijital davranışlarının sonuçlarını görerek empati geliştirdiler. Yapılan anketler, öğrencilerin yüzde 68’inin Emma deneyimi sonrası, siber zorbalığın etkilerini daha iyi anladığını gösterdi.
Öncü kullanıcı olmaya kasanlardan değil, doğru şeyleri bir araya getirme becerisi gösteren “o” insanlardan olun. Emma gibi olun. Yapay zekâyı fikirle bir araya getirin.