omg! iletişim Kurucusu ve Genel Müdürü Elmas Nida Baykal Alkan: 2026 teknolojik bir devrim yılı gibi görünse de, kazananı belirleyecek olan yine "insani" değerler olacak. Yapay zekâ araçları sayesinde işlerimiz hızlanacak, veriye erişim kolaylaşacak ve rutin süreçler otomatikleşecek; ancak güven inşa etmek, anlam yaratmak ve karmaşık toplumsal beklentileri doğru okumak hâlâ insanı merkeze alan bir beceri gerektiriyor. omg! iletişim Kurucusu ve Genel Müdürü Elmas Nida Baykal Alkan ile 2025 yılını, 2026 yılına dair öngörülerini ve gelecek planlarını konuştuk.
2026; hızın ötesinde, güven ve insan hikâyeleriyle bağ kurma yılı olacak
Her ajansın tarihine bazı yıllar vardır; sadece iş sonuçlarıyla ve başarılarıyla değil, kültürüyle, ruhuyla, duruşuyla ve vizyonuyla hatırlanır. Bizim için 2025 tam olarak böyle bir yıldı. Ekonomik belirsizliğin en yoğun hissedildiği, iletişim bütçelerinin daraldığı ve kararların daha sık gözden geçirildiği bir dönemden geçiyoruz. Buna karşın omg! iletişim olarak 13. yılımıza girerken, yapısal olarak kendimizi yeniden tanımladığımız, uzmanlığımızı daha görünür kıldığımız, vizyonumuzu daha iddialı bir noktaya taşıdığımız bir dönem yaşadık. Büyüyen iş hacmimize uygun şekilde organizasyon yapımızı yeniledik, iki yeni yönetici rolü oluşturarak ajansı daha ölçeklenebilir ve sürdürülebilir bir modelle güçlendirdik.
2025 bizim için “Doğru büyümenin” yılı oldu
2025’te en gurur duyduğum konulardan biri ise kurum içi girişimimiz YOU Thought Leadership’in geldiği noktaydı. Türkiye’nin ilk düşünce liderliği iletişim ajansı olarak, CEO’ların ve C-level liderlerin konumlandırma stratejilerini oluşturduk, akademik disiplin ile iş dünyası pratiklerini buluşturan yeni bir “lider söylemi metodolojisi” geliştirmeye odaklandık. YOU bizim için artık sadece bir kurum içi girişim olmaktan çıktı, kendi hikâyesi olan, hatta kimi zaman kurucu ajansını bile gölgede bırakabilecek güçte, bağımsız bir markaya dönüştü. Kısacası 2025, bizim için “büyümenin” değil, “doğru büyümenin” yılı oldu. Ve biliyorum ki 2026, bu temelin üzerine çok daha güçlü bir hikâye inşa edeceğimiz bir yıl olacak.
Değişime uyum fırsat değil zorunluluk
İletişim dünyasında her yıl değişimden bahsetmek bir klişedir. Ancak 2026’ya girerken hissettiğimiz şey, bir değişim rüzgarından ziyade bir zemin kayması. İletişim sektörü, son 3 yılda dijitalleşmenin ivmesi, yapay zekâ araçlarının yükselişi, medya ekosistemindeki dönüşüm ve paydaş beklentilerindeki artış nedeniyle tarihsel olarak en hızlı değişim dönemlerinden birinden geçiyor. Geçtiğimiz yıl 2025 yılı için paylaştığım öngörüler; bağımsız gazeteciliğin yükselişi, yapay zekânın araç setine girmesi, hiper-kişiselleştirme, özgünlük arayışı, PR-pazarlama entegrasyonu, lider iletişiminin kritikleşmesi ve kriz yönetiminin hızlanması idi. Bunların hiçbiri “bir yılın geçici rüzgârı” değildi. Hepsi, sektörün uzun vadeli evriminin yapısal dönüşümleriydi. 2026’da da benzer temaların karşımıza çıkması, trendlerin bitmediği, aksine bir sonraki aşamaya geçtiğini gösteriyor. Geçen yıl bu trendler birer fırsattı, bu yıl ise zorunluluk demek yanlış olmaz.
Yapay zekâ oyun kurucu oldu
Son birkaç yıldır yapay zekâyı "deneme" ve "anlama" sürecindeydik. Ancak artık oyun alanı tamamen değişti. Geleneksel PR metriklerinin rafa kalktığı bir döneme giriyoruz. Biz iletişimciler de sadece değişimi yönetmekle kalmıyor, aynı zamanda bu değişim tarafından yeniden şekillendiriliyoruz. Yapay zekâ (AI), beklentileri hızlandırıyor, hedef kitlelerin bilgi edinme biçimlerini yeniden yazıyor ve ajansları değeri çok daha somut yollarla kanıtlamaya zorluyor. 2026’da da yapay zekâ, PR sektörünün öncelik listesinin başında yer alacak ve iş akışlarının çoğunun bir parçası haline gelecek. AI, medya araştırmaları, marka takibi ve metin taslağı hazırlama gibi rutin görevleri otomatikleştirirken, iletişim profesyonellerin strateji, hikâye anlatımı ve kritik düşünme üzerine odaklanmasını sağlıyor.
Arama değişmiyor, arayan değişiyor
Arama motorlarının geçirdiği dönüşüm, son on yılın en belirleyici iletişim dönüşümlerinden biri diyebiliriz. Uzun yıllar markalarımızı Google’ın ilk sayfasında konumlandırmak için yoğun bir çaba gösterdik. Fakat 2026 itibarıyla kullanıcı davranışı tamamen farklı bir noktaya evriliyor. Artık kullanıcılar arama sonuçlarını tek tek incelemek yerine, ChatGPT, Gemini gibi yapay zekâ asistanlarından anında özetlenmiş yanıtlar almayı tercih ediyor. Bu da iletişimcilerin önüne yeni bir sorumluluk koyuyor.
Google sıralaması yerini, yapay zekâ modelleri tarafından bir otorite olarak tanınmaya bırakıyor. Artık soru "Google bizi buluyor mu?" değil, "Yapay zeka modelleri bizi referans olarak kabul ediyor mu?". Generative Engine Optimization (GEO) tam da bu nedenle kritik hale geliyor, çünkü, markaların AI sistemleri içinde güvenilir ve kesin bir bilgi kaynağı olarak konumlanmasını sağlıyor. İçeriklerimizi yalnızca gazetecilere ya da son kullanıcılara ulaşmak amacıyla değil, aynı zamanda yapay zekâ algoritmalarının gözünde bir referans değer oluşturacak şekilde tasarlamamız gerekiyor. Sadece SEO’ya yaslanan markaların görünürlüğü hızla zayıflıyor. Dijital ekosistemin yeni gerçekliğinde, tıklanma değil, yanıtlarda yer alma önem kazanıyor; bir başka deyişle, kullanıcı linke gitmese bile markanızdan bahsedilmiyorsa, dijital alanda etkin bir varlık yaratmak mümkün olmuyor.
İnsan sezgisi değerini artırıyor
2026’da AI araçları, metin üretiminin çok ötesine geçerek kriz öngörüsü, duygu analizi, influencer davranış tahmini ve gerçek zamanlı içerik eşleştirme gibi gelişmiş fonksiyonlarla iletişim süreçlerinin vazgeçilmez bir bileşeni haline gelecek. Buna rağmen yapay zekânın getirdiği hız ve verimlilik, bir iletişimcinin stratejik sezgisini, ilişkisel zekâsını ve kriz anında doğru hamleyi yapma refleksini taklit edemiyor. Bu nedenle ekiplerin AI okuryazarlığını artırması önem kazanırken, aynı zamanda yaratıcılık, hikâye anlatımı ve ilişki yönetimi gibi insani becerilere daha güçlü yatırımlar yapılması gerekecek.
Belirsizlikte sessizlik değil, strateji kazandırıyor
Global araştırmalar, marka inşasının artık yalnızca iletişim ekiplerinin sorumluluk alanı olmaktan çıkarak C-suite’in en kritik gündem maddelerinden biri haline geldiğini ortaya koyuyor. 2026’ya girerken markanın kültürü, değer vaadi, sürdürülebilirlik yaklaşımı ve tüketiciye sunduğu toplam deneyim, şirketlerin ticari performansını şekillendiren temel unsurlar arasında yer alıyor. Ekonomik belirsizlik dönemlerinde kurumların ilk refleksi çoğu zaman iletişim bütçelerini azaltmak oluyor. Ancak tam bu esnada güçlü bir PR stratejisinin etkisi hızla yükseliyor. Çünkü marka kimliğini, duruşunu ve yol haritasını en net gösteren dönemler genellikle kriz zamanları. Tutarlı iletişim sürdüren şirketler, belirsizliğin yarattığı güvensiz ortamda hem çalışanlarına hem müşterilerine yön gösteren bir konuma yerleşiyor. Bu yaklaşım yalnızca itibarı korumaya yardımcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda güveni pekiştiriyor ve tercih edilirliği artırıyor.
Niş medya yükselirken, markalar da medyaya dönüşüyor
Geleneksel medyada yaşanan daralma, gazeteci sayısındaki azalmayla birleşince, 2026’da niş medya, bağımsız içerik üreticileri, podcast yayıncıları ve LinkedIn liderleri çok daha etkili olacak. Bu durum PR ekiplerinin medya ilişkilerini daha stratejik yönetmesini gerektiriyor. Artık odak, çok sayıda mecra ile temas kurmaktan ziyade, yüksek etki yaratan az sayıda mecrayla derin ve anlamlı ilişkiler geliştirmeye kayıyor. Geleneksel medyanın daralan kapıları ve azalan gazeteci sayısı, markaları da birer yayıncıya dönüşmeye zorluyor. 2026’da kurumsal bloglar "şirket haberleri" paylaşılan sıkıcı sayfalar olmaktan çıkıp podcast’leri, video serileri ve derinlemesine analizleriyle birer medya kuruluşu ciddiyetine bürünecek. Hedef kitlemiz artık bilgiyi kaynağında tüketmek istiyor. Hedef kitle bilgiyi doğrudan kaynağından, kendisine en yakın formatta tüketmeyi tercih ediyor. Bu nedenle “web sitemize gelin” çağrısının etkisi zayıflarken, içeriklerin kullanıcının bulunduğu ortamda, o an erişebileceği şekilde sunulmasını esas alan Zero-Click yaklaşımı öne çıkıyor. Haberi, kullanıcının olduğu platformda, o an tüketebileceği şekilde sunmayan kaybedecek.
PR’ın değeri finansal etkiyle ölçülüyor
Yıllardır tartışılan "Reklam Eşdeğeri" (AVE) gibi metrikler, 2026’da finans departmanları nezdinde geçerliliğini tamamen yitirecek. “Marka bilinirliği yarattık" cümlesi, bütçe onayı almak için artık yeterli değil. İletişimciler, yaratıcı oldukları kadar veri okuryazarı da olmak zorunda. Yeni dönemde PR, finansal tablolara olan etkisiyle ölçülecek. İtibar yönetimi sayesinde ne kadar kriz maliyetinden tasarruf edildi? 2026’da iletişim departmanlarının performansı, gösterim ve erişim gibi metriklerden çok ticari katkı, marka algısı, sadakat, dönüşüm ve gerçek davranış değişikliği üzerinden değerlendirilecek. Yani sektör, “daha fazla görünmek” yerine “daha anlamlı etki yaratmak” dönemine giriş yapıyor. Bu da demek oluyor ki, PR artık pazarlama ve satışla daha sıkı bir iş birliği içinde olacak. Geleneksel olarak ayrı olan bu işlevler artık birlikte çalışarak, tutarlılık, uyum ve güvenilirlik için her temas noktasında bütünsel olarak değerlendirilecek. PR, güveni ve uzun ömürlülüğü eklerken, pazarlama erişim ve hedeflemeyi getiriyor. Kampanyalar, markanın büyüme hedefleriyle birebir ilişkilendirilecek ve raporlamalar daha veri odaklı, daha derinlikli ve daha sonuç odaklı olacak.
Deepfake çağında PR: Markanın dijital güvenlik katmanı
Deepfake videoların ve ses klonlamanın saniyeler içinde yapılabildiği bir dünyada, kriz yönetimi artık "olduktan sonra müdahale" lüksüne sahip değil. AI tarafından oluşturulan gerçekçi videolar ve sesler, PR ekiplerinin artık hiç yaşanmamış fabrikasyon olaylara dayalı krizler planlamasını gerektiriyor. 2026, markaların dezenformasyona karşı dijital kalkanlar kurduğu yıl olacak. Bu yeni düzende pasif bir izleme yaklaşımı yeterli olmuyor. Manipülatif içeriklerin yapay zekâ destekli analizlerle anında tespit edilmesi, ardından dijital imzalar, blockchain tabanlı teyit sistemleri gibi “Otantiklik Doğrulaması” yöntemleriyle gerçeğin hızla ortaya konması gerekiyor. Şirketlerin, sahte içerikle mücadele etmek için deepfake tespit araçlarıyla çalışması ve kriz el kitabına deepfake'lere özgü prosedürleri dahil etmesi bir zorunluluk olacak. İletişim profesyonellerinin rolü de buna bağlı olarak genişliyor. PR, markanın dijital güvenliğini ve itibar bütünlüğünü koruyan stratejik bir yapı haline geliyor. 2026’da iletişim ekiplerinin en kritik sorumluluğu hem doğru söylemi oluşturmak hem de bunu sürdürülebilir, şeffaf ve ölçümlenebilir kurum kültürüyle desteklemek olacak.
Bilgi kirliliği, yapay zekâ ile üretilen içerikler, “yeşil yıkama” vb. riskler, iletişim dünyasında güven krizine yol açıyor. Bu yüzden “ne söylediğin değil, ne yaptığın” önem kazanıyor. Marka ve iletişim ekipleri, bu doğrultuda “iletiyoruz” anlayışından “uyguluyoruz ve kanıtlıyoruz” yaklaşımına geçmeye zorlanıyor. Yani sürdürülebilirlik, çeşitlilik, dahil etme gibi alanlarda somut sonuç bekleniyor.
Markanın en güçlü iletişim kanalı: Liderler
Kurumsal markanın dışında, yönetici ve çalışanların bireysel markalaşması önemli bir PR trendi haline geliyor. Yani “kimin konuştuğu” da markanın algısını etkiliyor. Artık kurumsal iletişim yalnızca marka adına yapılan açıklamalarla ilerlemiyor; liderlerin ve çalışanların sesi, şirketin karakterini ve güvenilirliğini şekillendiren en güçlü unsurlar arasında yer alıyor. 2026’da CEO ve üst düzey liderlerin görünürlüğü, çalışanların markayı gönüllü olarak temsil etmesi ve kurum kültürünün dışarıya yansıması şirket algısının merkezine yerleşecek. Bu dönüşüm, iletişim anlayışını “kurum odaklı” bir yapıdan daha insani ve daha ilişki temelli bir çizgiye taşıyor. LinkedIn gibi profesyonel platformların yükselen etkisiyle kişisel markalaşma, kurumsal iletişim stratejilerinin ana ayaklarından biri olmayı sürdürecek.
İçeriden dışarıya etki: Employee Advocacy 2.0
Bir yandan milyonlarca takipçili influencer’ların güvenilirliği sorgulanırken, markalar için yeni ve çok daha etkili bir etki alanı ortaya çıkıyor: Kendi çalışanlarınız. 2026’da tüketicilerin, kurumsal logolarla sunulan mesafeli mesajlara göre, şirketin mühendisinin, tasarımcısının ya da satış temsilcisinin paylaştığı deneyimlere daha fazla inandığını göreceğiz. Bu eğilim, “Employee Advocacy 2.0” olarak nitelendirilen yeni dönemin kapılarını açıyor. Şirketler çalışanlarını birer marka elçisi olarak konumlandırdıkça, onların kişisel markalarına yapılan yatırımın kurumsal güven ve bağlılığa dönüşen büyük bir değer yarattığını fark edecek.
Bu tablo influencer’ların ve içerik üreticilerinin rolünü de dönüştürüyor. Artık yalnızca kampanyalara eşlik eden tamamlayıcı figürler olarak görülmüyorlar; markanın hikâyesini kendi topluluklarına doğal, güvenilir ve etkili bir şekilde aktarabilen stratejik iletişim paydaşlarına dönüşüyorlar. Güvenilir bir içerik üreticisinin paylaştığı bir deneyim, çoğu zaman geleneksel bir medya görünürlüğü kadar güçlü bir üçüncü taraf doğrulaması yaratıyor. Bu nedenle PR ekiplerinin içerik üreticileriyle kurduğu ilişkileri, tıpkı medya ilişkilerini yönettikleri kadar özenli ve uzun vadeli bir stratejiyle ele alması önem kazanıyor.
Hız tuzağına karşı "Yavaş PR" hareketi
Son yıllarda iletişim dünyasının en baskın refleksi hızdı: daha fazla içerik, daha çok paylaşım, daha agresif bir görünürlük çabası… Ancak bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı artık netleşiyor. 2026’ya girerken karşımıza çıkan en dikkat çekici dönüşümlerden biri Yavaş PR Hareketi. Yavaş PR, içerik üretimini durdurmak anlamına gelmiyor; aksine içeriği yeniden anlamlandırmayı öneriyor. Her trende koşmak yerine, markanın gerçekten sahiplenebileceği fikirleri olgunlaştırmak; yüzeysel mesajlardan uzaklaşıp daha derinlikli hikâyeler kurmak; gazetecilerle, içerik üreticileriyle ve paydaşlarla samimi, uzun vadeli ilişkiler geliştirmek… Bu yaklaşımın temelinde “denge” var.
Bu modelde ekipler hızlarını bilinçli şekilde düşürüyor. Amaç, iletişimde nicelik yarışı yapmak değil; nitelikli fikirler üretmek, zaman içinde güçlenen güvenilir bir ses inşa etmek. Haftada kaç hikâye yayınladığınız başarı kriteri olmaktan çıkıyor; bunun yerine ilişkilerin sürdürülebilirliği, üretilen içeriğin kalitesi ve zaman içinde markanın oluşturduğu etki ön plana çıkıyor. Günlük içerik üretimi çoğu zaman hızlı bir görünürlük sağlıyor gibi görünse de birkaç saat sonra unutulmaya mahkûm oluyor. Yavaş PR ise tam tersine, markayı nefes alan, düşünen, üreten ve gerçek uzmanlık sunan bir iletişim çizgisine taşıyor. Bu yaklaşım, kısa vadeli ses getiren işler yerine, uzun vadede güven yaratan bir düşünce liderliği alanı yaratıyor.
Diğerleri her yeni trendin peşinden koşarken yorulurken, Yavaş PR’ı benimseyen markalar tutarlılık, güvenilirlik ve samimiyet gibi zamansız değerler üzerinden ayrışma fırsatı yakalıyor.
2026 teknolojik bir devrim yılı gibi görünse de, kazananı belirleyecek olan yine "insani" değerler olacak. Yapay zekâ araçları sayesinde işlerimiz hızlanacak, veriye erişim kolaylaşacak ve rutin süreçler otomatikleşecek; ancak güven inşa etmek, anlam yaratmak ve karmaşık toplumsal beklentileri doğru okumak hâlâ insanı merkeze alan bir beceri gerektiriyor. Önümüzdeki dönemde kazanan markalar, yalnızca en gelişmiş teknolojiyi kullananlar değil; teknolojiyi şeffaflık, empati ve samimiyetle birleştirebilenler olacak.
2026’nın ruhu bize iletişimde hızın önemini hatırlatırken, oyunun asıl kurallarının güven, değerler ve insan hikâyeleri etrafında şekillendiğini de gösteriyor. İletişim uzmanları bu yeni dönemde markaların en kritik stratejik ortakları arasındaki yerini alacak; çünkü teknolojinin gelişimi ne kadar hızlı olursa olsun, bir markanın sürdürülebilirliğini belirleyen temel unsur hâlâ insanların ona duyduğu inanç olmaya devam edecek.