Televizyonun reklamcılığa açtığı yol

100 yıldır markaların en güçlü sahnesi olan televizyon, yeni çağda hikâye anlatıcılığının merkezinde kalmayı sürdürüyor.

Bugün ekranlar cebimizde, reklamlarsa saniyeler içinde kayboluyor. Ama bundan tam 100 yıl önce, 2 Ekim 1925’te John Logie Baird’in bulanık bir görüntüyü ekrana yansıtması, yalnızca teknolojik bir dönüm noktası değil, hikâye anlatımının da başlangıcıydı. Televizyon, insanları aynı ekranda birleştirirken markaların da izleyiciyle kurduğu bağı dönüştürdü. Çünkü ekranın karşısına geçtiğimizde bir ürünü değil, o ürünle gelen duyguyu izledik.

Türkiye’de televizyonun evlere girişi 1968’e dayanıyor. O dönemde siyah beyaz ekranların karşısında tüm mahallenin toplandığı akşamlar, sadece bir yayın değil, ortak bir deneyimdi. Bu yıllar, aynı zamanda reklamcılığın da ülkemizde profesyonel bir kimlik kazandığı dönemdi. “Alo Fatma Hanım”dan “Bay Doğru”ya, “Rakı sofralarının olmazsa olmazı”ndan “Minik Serçe”li kampanyalara kadar birçok unutulmaz reklam, markaların hafızalara kazındığı ilk sahnelere dönüştü.

IPA Etkinlik Direktörü Laurence Green, televizyonun kitle pazarlamasını mümkün kıldığını söylüyor. Ona göre sinemanın büyüsü artık evlere taşınmış, markalar milyonlara aynı anda seslenebilme gücü kazanmıştı. BBH kurucusu Sir John Hegarty ise televizyonu “reklamcılığa verilmiş en büyük hediye” olarak tanımlıyor. Çünkü televizyon, markalara yalnızca satış değil, duygu yaratma şansı sundu.

Bu anlayış Türkiye’de de yankı buldu. 80’ler ve 90’lar, televizyon reklamcılığının altın çağıydı. “Bir reklam filmi bir ülkenin diline yerleşebilir mi?” sorusunun cevabı o yıllarda verildi. Çat kapı girilen evlerde “Alo Fatma Hanım” dendiğinde herkes ne demek istendiğini biliyordu. Reklamcılar yalnızca ürün değil, yaşam biçimi satmaya başladı.

IPG’nin küresel yaratıcı danışmanı Susan Credle, “Televizyon markaları birleştirdi. Herkes aynı şeyi izliyordu, markalar da herkesin önünde net bir kimliğe sahip olmak zorundaydı,” diyor. O dönem Türkiye’de de bu durum farklı değildi; birkaç kanal vardı ama aynı reklam kuşağını milyonlar izliyordu. Televizyon, toplumsal bir sahneye dönüştü.

Green’e göre televizyonun başarısı, sadece teknolojiye değil, izleyiciye duyulan saygıya dayanıyordu. Reklamcılar, insanların oturma odalarına misafir olduklarının farkındaydı. İzleyicinin dikkatini bağırarak değil, zarafetle kazandılar. Bugün dijital dünyada kaybolan o nezaket anlayışının yeniden kıymet kazandığı bir döneme giriyoruz.

Artık televizyon, eskisi kadar kitleleri aynı anda buluşturmasa da, hikâyelerin hâlâ doğduğu yer olmaya devam ediyor. Sosyal medyada paylaşılan, kısa videolara dönüştürülen içeriklerin kökeni genellikle televizyonda doğuyor. Credle bu durumu şöyle özetliyor: “İnsan görmek, duymak ve hissetmek ister. Televizyon bu üç duyguyu bir arada sunabilen en güçlü mecra.”

Yapay zekâ, kısa videolar ve algoritmalar çağında televizyon reklamcılığı yeniden kendini tanımlıyor. Green, “Markalar kısa vadeli tıklanmalara değil, uzun vadeli marka değerine yatırım yapmalı,” diyor. Araştırmalar da bunu doğruluyor: Televizyon, hâlâ güven ve bilinirlik inşa etmede en etkili mecra.

Credle’a göre televizyonun ikinci yüzyılı, markaların özüne döneceği bir dönem olabilir: “Son yıllarda markalar kim olduklarını unuttular. Ama televizyon, duygularla konuşmayı hatırlatabilecek tek yer.”

Sir John Hegarty de aynı fikirde: “Televizyon hâlâ kültürü şekillendiriyor. Hikâye anlatıcılığı onun kalbinde. Markalar, cesur ve yaratıcı hikâyelerle geleceği yeniden yazabilir.”

Bir asır sonra bile televizyon, hâlâ markaların kalplere ulaşmak için en güçlü sahnesi olmayı sürdürüyor. Ve belki de ikinci yüzyılında, bu sahnede anlatılacak hikâyeler eskisinden daha da insani, yaratıcı ve etkileyici olacak.

Kariyer
Sosyal Medyayı Kadınlar mı, Erkekler mi Daha Etkin Kullanıyor?

Geçtiğimiz günlerde onuncu yılını tamamlayan Facebook’un  bugün 1,23 milyar aylık aktif kullanıcısı mevcut. Dünya çapında 37 ofis ve 6 binden fazla da [...]

Bunlar İlginizi Çekebilir