Sürdürülebilirlik, son yılların en parlak kavramıydı. Nereye dönseniz sürdürülebilirlik işleri, reklamları, afişleri, konferansları, dilden düşmeyen sloganları görüyordunuz. Ama bugün ortada bir sessizlik hâkim. Sanki bu kavram bir anda rafa kaldırıldı. Fark ettiniz mi? Eskisi gibi ne markaların ajandasında ne de büyük etkinliklerin sahnelerinde yeterince duyuluyor.
Çünkü küresel markaların çoğu bu konuda sustu. Sustular çünkü Trump, sürdürülebilirliği “gereksiz duyarlılık” olarak niteledi. Tek bir siyasetçinin küçümseyici bakışı, milyarlarca dolarlık marka imparatorluklarının sesini kısmaya yetti. Bu kadar mı kırılgandı bu samimiyet? Bu kadar mı yüzeyseldi?
Bu hız, bu ani geri çekilme bize şunu sorgulatıyor…
Acaba bu markalar en başından beri inanmıyor muydu? Yoksa sadece Trump’ın gölgesinden mi korktular de inandıklarından vazgeçtiler? Cevap hangisi olursa olsun tablo aynı, samimiyet maskesi düşmüş oldu. Ve biz bir kez daha gördük ki bazı markaların vicdanı, siyasetçilerin gündemine bağlı bir PR aksesuarından ibaret.
Türkiye’ye bakarsak…
Türkiye’de sürdürülebilirlik ateşini kim yaktı? Açık konuşalım, global markaların kampanyaları. Onlar dünyayı yeşile boyayınca biz de boyamaya başladık. Onlar konuşunca biz de konuşmak zorunda hissettik. İletişim kuşağı sürdürülebilirlikle dolunca, yerli markalar da bu akışa kapıldı.
Ama işin başlangıç noktası doğru değildi. Çünkü biz sürdürülebilirliği kendi topraklarımızın sorunlarıyla değil, küresel gündemlerin modasıyla tartışmaya başladık.
Ve işte bu yüzden, küresel markalar susunca yerli markaların da aynı hızla susacağını biliyorum. Çünkü süreç yanlış kuruldu. Yanlış kurulan süreçlerden doğru sonuç çıkmaz.
Türkiye’de sürdürülebilirlik konuşurken batıyı konuşur gibi konuştuk. Bizim tarımımızın, göçümüzün, iş gücümüzün, iklim krizimizle olan ilişkisinin onlar kadar steril ve sakin olmadığını görmezden gelmek büyük bir yanılsamaydı. Biz kendi gerçeklerimizi konuşmalıydık.
Yerel sorunlarımıza dönmek
Türkiye’nin kendi sürdürülebilirlik meseleleri var. Hem de ağır, acı, elle tutulur meseleler. Ve bunlar küresel markaların susmasıyla ortadan kalkmayacak.
Tartışmayı somutlaştırmak için, yüzlerce sorunumuzdan birini seçelim: Kadın istihdamı.
Türkiye’de on kadından sadece üçü tarih boyunca iş gücüne katıldı. Son on yılda bu oran yüzde 34’e yükseldi. Ama doğum oranlarının düştüğü, genç nüfusun azaldığı, iş gücünün daraldığı bir ülkede sadece erkek emeğiyle ekonomiyi sürdürmek mümkün değil.
Önümüzde çok net bir yol var, kadınları daha çok istihdama katmak. Bu, bir tercih değil, varoluşsal bir zorunluluk. Çünkü aksi durumda birkaç yıl içinde devasa bir iş gücü krizine çarpacağız.
Bunu dile getirdiğinizde hâlâ “ama çocuk istiyorsak kadınları iş gücüne neden sokalım?” diyen erkekler çıkıyor. Yorumlarda mutlaka böyle cümleler yazılıyor. Eminim, bu makaleye de yazılacaktır. Hâlâ kadınların hayatı hakkında karar verme hakkını kendinde gören erkeklerin fikirleri bunlar. Öncelikle altını kalın bir çizgiyle çizelim, bu bir erkek kararı değildir. Kadınlar kendi hayatlarına kendileri karar vereceklerdir.
İkincisi, böyle bir seçeneğin artık kalmadığı da rakamlardan görünüyor. Kadın istihdamını artırmazsak, sadece ekonomik değil, toplumsal bir çöküş yaşayacağız.
Hedef net. Her iki kadından biri işgücüne katılmalı. Bununla beraber çocuk sahibi olmak isteyen aileler için de köklü reformlar yapılmalı. Ebeveynlik izinleri, gelir düzenlemeleri, eğitim destekleri, sağlık ve bakım altyapıları, barınma çözümleri. Ve bütün bunlar sadece anne odaklı değil, anne ve babanın eşit sorumluluk alacağı bir anlayışla hayata geçirilmeli. Bu yapılırsa kriz hafifletilir. Ama yapılmazsa, Türkiye çok yakında sadece ekonomik değil, toplumsal sürdürülemezliğin duvarına çarpar.
Bakın, bu bahsettiğim tek bir örnek. Daha yüzlerce yerel sürdürülebilirlik sorunumuz var. Liste uzun ve yakıcı.
Belli ki Trump döneminde herkes susacak. Ama unutmayalım, bu sessizlik sonsuza kadar sürmeyecek. Bir gün konu yeniden masaya gelecek, yeniden sahneye çıkacak. Ve işte o gün geldiğinde ister lokal ister global olsun, bütün markaları Türkçe konuşmaya davet etmemiz gerekecek. Çünkü hangi topraklarda iş yapıyorsanız, o toprağın derdiyle dertlenmek zorundasınız. Başka ülkelerin masallarını anlatmayı bırakıp, bu ülkenin gerçeklerini dillendirmek zorundasınız.
Ve son notumu buraya bırakıyorum…
Trump susturdu diye sustuysanız, zaten hiç konuşmamışsınız demektir. Ama Türkiye’de biz susarsak, işte o zaman ülkemizin geleceği riske sürüklenmiş olur.