Sanatla kurduğu bağ, bir hobi olmanın ötesine geçti; zaman içinde tutkulu bir koleksiyonerlik serüvenine dönüştü. Mudo Kurucusu ve Onursal Başkanı Mustafa Taviloğlu, ilk eserini satın aldığı 1972 yılından bu yana, duvarları sadece bir dekor olarak görmedi, onlara bir hikâye kazandırdı. Bugün 2 bin 500’e yaklaşan eserle taçlanan bu yolculuk, onun için sadece sanatı biriktirmek değil, sanatın içinde yaşamak anlamına geliyor. “Ben gözüme güvenirim” diyen Taviloğlu, koleksiyonunu İtalyanların minestrone çorbasına benzetiyor: İçinde her şey var, ama her biri en iyisinden… Peki, bu serüven nasıl başladı? Taviloğlu’nun ilk aldığı eserden, kaçırdığı fırsatlara, en özel anılarından genç sanatçılara duyduğu heyecana kadar sanat yolculuğunun hikâyesi sizlerle…
İlk kez resim almaya başladığınızda, koleksiyonculukla ilgili bir düşünceniz var mıydı? Hikâyenizi anlatır mısınız?
İlk kez resim almaya başladığım 1970’li yıllarda, ileride hayatımın önemli bir parçası haline gelecek bir koleksiyona başladığımı bilmiyordum. Ben mutaassıp bir aileden geliyorum. Bizim evde böyle bir kültür yoktu. Duvarlara ya aile büyüklerinin fotoğrafları ya da Arapça yazılar asılırdı. Ben hep bizde ne yok, ne olmamış diye bakarım. Ofisimi kurduğum dönem duvarları boş görünce, o zaman poster modası vardı, posterlerle tanıştım. Sonra, 1968’de Fransa’ya gitmeye başladığımda oradaki müze ve galerileri gördüm ve önlerindeki kuyruklardan acayip etkilendim.
Tabii sanatla tanışmamda eşim Lüset’in etkisi ve katkısı çok büyük. Bizim evde yoktu ama onların evinde resimler vardı. Bugüne kadar gördüğüm en iyi Şevket Dağ tablosuyla orada karşılaştım. Eşimin teyzesinin kocası, Fransa’nın en meşhur naif galerisinin sahibiydi: Galeri Mona Lisa. Bu işe başlayınca oradaki açılışlara da gittim.
Vitali Hakko da beni çok etkilemiştir. Fitaş’taki dükkânımın önünden geçerken kafasını hafif eğerdi, ben de karşılık verirdim. Gözü vitrinime takılırdı, neler var diye. Bütün tanışıklığımız buydu. Sonra bir gün beni fabrikasına çağırdı. Başta ne diyecek diye korktum, meğer moda konseyine çağırıyormuş. Fabrikanın kapısında kocaman heykeller, odada resimler, duvarda seramikler… Her yer dopdoluydu. Demek ki burada bir iş var dedim. Hepsi bir bütün olup kafamın içine yazıldı ve sanata merakım o yıllarda başladı.
Ben galerici olamazdım, ressam olamazdım ama hep bu işin içinde olmak istedim, gözüme güvendim ve koleksiyonerlik yolculuğum başladı. Hep söylerim, okuma yazmayla pek aram yoktur ama gözüm vardır diye. Gözüme güvenirim.
Koleksiyona başladığım yıllarda Yahşi’nin (Baraz) çok büyük katkısı oldu. İlk eserimi de onun Hilton Oteli’ndeki standından almıştım; Necdet Kalay’ın “Köy Evi” isimli tablosu. Maçka Sanat Galerisi’nin kurucusu Rabia Çapa’nın adını da anmak isterim. Ancak hiçbir zaman sanat danışmanıyla çalışmadım. Hep sezgilerime ve gözüme güvendim. Bu yarım asırlık serüvende iki büyük hatam olduğunu söyleyebilirim: biri, Yahşi’yle iki sene küs kalmam -ki o dönem daha fazla eser alabilirdim-, diğeri ise yabancı sanatçılara geç bakmam. On beş yıldır yabancı sanatçıların eserlerini de koleksiyona katıyorum ama çok daha erken başlayabilirdim.

1972’den bu yana, sanata olan heyecanımdan hiçbir şey kaybetmedim. Ancak bugün genç sanatçılar beni daha fazla heyecanlandırıyor. On yıldır sadece gençlerin, adı henüz duyulmamış, yolun başındaki sanatçıların işleriyle ilgileniyorum. Dolayısıyla koleksiyon son yıllarda medyum bakımından oldukça çeşitlendi. Yeni eserler arasında video art da var, yapay zekâ ile üretilmiş işler de.
1970’li yıllarla bugünü kıyasladığımda arada uçurum olduğunu söyleyebilirim. O dönem bir sanat piyasasının varlığından bile söz edilemezdi. Koleksiyonerler ve galeriler bir elin parmağını geçmezdi. Herkes birbirini tanırdı. Tabii o yıllarda her şey daha kısıtlıydı. Şimdi fuarlarımız, müzelerimiz var. Sanata olan ilgi ciddi oranda arttı. Bu çok güzel. Base ve Mamut gibi genç sanatçıları destekleyen platformlar var. Hem sanatçıyı hem de koleksiyoneri var eden bir sanat piyasasından bahsetmek mümkün.
Koleksiyonunuzda ne kadar eser var? Her bir eserle özel bir bağ kurduğunuzu söylüyorsunuz, peki ya en değerli bulduğunuz eser?
Geçtiğimiz eylülde “Bir Koleksiyoner Hikâyesi” sergisini açtığımızda koleksiyonda 2 bin 412 eser vardı, şimdi 2 bin 500’e yaklaştı. Koleksiyonumu İtalyanların minestrone çorbasına benzetiyorum. Bu çorbada ne arasanız vardır ama en kaliteli, en iyi sebzelerden yapılır. Taviloğlu Koleksiyonu da öyle. Klasik işler de var, kürekten yapılmış enstalasyon da var. Herhangi bir ekol, sanatçı ya da dönemde ısrarcı değilim, sezgisel alımlar yapıyorum.
Koleksiyondaki eserlerin hepsi benim için vazgeçilmez. Hepsinin bir hikâyesi, bir anlamı var. Sanat tarihsel açıdan çok değerli bir işle yeni mezun genç bir sanatçının işi benim gözümde aynı öneme sahip. Birini seçmek ya da birini dışarda bırakmak koleksiyonun tamamına haksızlık olur. Tam da bu nedenle 2 bin 412 eserin hepsini sergilemek istedim. “Bir Koleksiyoner Hikâyesi” açıldıktan sonra alınan eserleri de hemen sergiye dahil ediyoruz. İstanbul’un 7 farklı mekânında ziyarete sunduğumuz bu sergiyle Taviloğlu Koleksiyonu’nun nasıl oluştuğunu ve 52 yılda neler yaşandığını anlatmak istedik.

Sizin için özel bir koleksiyonun özel bir anısı varsa anlatabilir misiniz? Koleksiyonculuk serüveninizde hiç pişman olduğunuz bir satın alma veya kaçırdığınız bir eser oldu mu?
Özellikle ilk yıllarda, eserlerini aldığım tüm sanatçılarla dostluk kurdum. Allah rahmet eylesin Komet, Mehmet Güleryüz, Burhan Uygur çok yakın arkadaşımdı. Hepsiyle çok güzel anılarımız var… En önemli anılarımdan biri, Paris’te Komet’le Mübin’in (Orhon) evine yaptığımız ziyarettir. O sırada Mübin’i hiç tanımıyordum, işlerini de bilmiyordum. Komet’in alt katında oturuyordu, illa beraber gidelim dedi. O işlerden korkmamı, aman önümüze bakalım dememi ve hiçbir şey almadan çıkmamı hayatım boyunca unutamam. Tüm bu anıları “Bir Koleksiyoner Hikâyesi” belgeselinde anlattım. Hem sergi mekânlarında hem de YouTube üzerinden izlenebilir.
Ziyaretçilerden biri, “Ne bulduysa aldı” demiş. Maalesef ne bulduysam alamadım. Ya geç kaldığımdan ya da fiyatından dolayı alamadığım yüzlerce iş olmuştur. Mesela bir saat geç gitseydim Osman Hamdi’nin eserini alamayacaktım. Bunun gibi erişemediğim, kısmet olmayan çok iş var. İlk resim almaya başladığım zaman Amerika’daki gençlerin eserlerini de almış olsaydım belki bir Basquiat işim olurdu.
Bir sanat eseri sizi en çok ne zaman etkiler? İlhamın kaynağını nerede ve nasıl hissediyorsunuz?
Picasso’nun çok sevdiğim bir sözü var, “Esinlenme diye bir kavramın varlığı kesin, önemli olan insanı çalışırken yakalaması” diyor. Beni en çok çeken şey de özgünlük. O eserde yeni bir şey görmem, beni heyecanlandırması…
.png)
Mudo’daki yenilikçi yaklaşımınızla sanat dünyasına bakış açınız arasında bir bağlantı olduğunu söylüyorsunuz. Bu iki alan arasında nasıl bir denge kurdunuz?
Sanatı hiçbir zaman bir yatırım aracı olarak görmedim. Eserlerin fiyat artışı gündemimde olmadı. Ve bugüne kadar hiçbir eseri elden çıkartmadım. Ben resmi sevdim, sanatçıyı sevdim ve aldığım tüm eserler için mesai harcadım. Koleksiyonumun maddi değerini sorsanız, hiçbir değeri yok derim çünkü satılık değil. Ancak manevi değeri paha biçilemez.
Sanatla iş dünyası arasında geçiş yapmanın size katkıları neler oldu?
Mudo’da her şeyi senede iki kere değiştirmezsek satamazdık. Muhakkak farklı bir şey getirmek mecburiyetindeydik. Belki oradan kalan bir alışkanlıktır; ben de hep yeni şeyler söylemek isteyen biriyim. Mevlana’nın çok güzel bir sözü vardır, “Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım” der. Bu biraz da öğrenme arzusundan geliyor. Çünkü yeni bir şey söylemek için yeni bir şey öğrenmek lazım. Benim en önemli tarafım, bilmediğimi bilmem. Her gün bir şey öğrenip kendime katkıda bulunmak istiyorum.

Bugün her şey eskiye görece daha ulaşılabilir. Bu bağlamda, genç koleksiyonerlere veya sanata ilgi duyanlara en büyük tavsiyeniz ne olur?
Hiçbir şey kendiliğinden oluşmuyor. Mucize olmadığını bilmeli ve çok çalışmalısınız. Öncelikle acele etmeyin, bol bol sergi gezin. Nerede ne var, haberdar olun. Dünya çok hızlı değişiyor; yeniyi yakalayabilmek önemli ancak eskiyi de mutlaka bilmek lazım. Aradaki farkı anlayabilmek için iyi kötü demeden çok fazla sergi gezmenizi öneriyorum.
Benim en büyük hatalarımdan biri, yabancı sanatçılara geç bakmamdı. Genç koleksiyonerlere mutlaka dünyaya açılmalarını tavsiye ediyorum. Bugün her şey elinizin altında. Sanat mecmualarını okuyun. Yurtdışındaki sanatçıları takip edin, bol bol müze ve sergi gezin.